Emine Bayraktar
Psikolog
Hayvanlara yapılan zulme ortak olmayın!
Bu zulme karşı vicdanlarınızı,
serbest gezen tavuk yumurtası hikâyeleriyle
rahatlatma konformzizmine yenik düşmeyin!
Vegan olun!
Kaynak: Emine Bayraktar
Psikolog
Bu yazıya az bilinen bir kavram olan veganizmi tanımlayarak başlamak elzem: “Veganizm, hayvanların da duyarlı canlılar olduğundan hareketle, onlara uygulanan meta sömürüsünü reddederek, sömürüye maruz kalmadan yaşama haklarını savunan şiddetsiz bir özgürleştirme hareketidir.” Bu tanımı, Zülal Kalkandelen’in Vegan Devrimi ve Hayvan Özgürlüğü adlı kitabından alıntıladım. Bu tanımın içinde sadece hiçbir hayvansal gıda (et, süt ürünü, yumurta, vd.) ve ürün (deri, yün, ipek, vd.) tüketmemek değil; hayvanlar üzerinde denenmiş temizlik, kozmetik vb. ürünlerini kullanmamak, sirk, akvaryumlara gitmemek, faytona binmemek gibi pek çok pratik yer alıyor. Veganizm; ekolojik, etik, sağlık gibi pek çok ayağı olan bütüncül bir harekettir. Bu ayaklar üzerinden konuyu biraz açmaya çalışacağım.
Ekolojik açıdan şöyle bir gerçeklik var mesela: 1950’den bu yana dünyadaki toplam yağmur ormanlarının yarısı, hayvanların otlanması için yok edilmiştir. 1 kilogram tahıl eldesi için 200 litre, 1 kilogram et eldesi içinse 20.000 litre suya ihtiyaç duyulmaktadır. Burada doğal koşullarda değil; suni yollarla insan tüketimi için çoğaltılmış hayvanların kastedildiğine de dikkatinizi çekerim.
Sağlık açısındansa isterseniz süt tüketimine bir bakalım. Süt, dişi memelilerin yavrularını dünyaya getirdikten sonra onları besleyebilmek için vücutlarının ürettiği bir besindir. Memeli bir yavru kendi türünden süt temin edemediğinde, kendisine yakın başka bir türün sütünü de tüketebilir. İnsan türü ise bebeklik döneminde başladığı insan sütü tüketimine, hayatının kalan kısmında başta inek ve koyun olmak üzere, diğer türlerin sütleriyle devam ediyor. Süt, sadece bebeklik dönemine has bir besin ihtiyacıdır ve bu, tüm memeliler için geçerlidir. Bebeklik döneminden sonraki süt tüketiminin, hele hele bu süt başka bir türe aitse, memeli organizması için zararlı olduğunu kanıtlayan araştırmalar mevcuttur. Örneğin; dünyada kemik hastalıkları oranının en yüksek olduğu ülkeler, süt tüketim oranının en yüksek olduğu İskandinav ülkeleridir. Bunun dışında süt ve ürünlerinin kemiklerin sağlığı için gerekliliğini vurgulayan araştırmalar da var. Bir doğrunun, bilimsel yöntemlerle elde edilmesinin önemi hiç kuşkusuz bilimin nesnelliğinden kaynaklanır. Ancak bilimi icra edenler de belli toplumsal değer ve öğretileri benimsemiş insanlardır ve bu insanların, çalışmalarını yaparken bunlardan tam anlamıyla sıyrılmış olmaları pek de mümkün değildir. Bu nedenle bilimsel çalışmalara da eleştirel bakabilmek gerekir. Vakti zamanında kolanın, özellikle çocukların bedensel gelişimi için çok faydalı bir içecek olduğunu söyleyen de bilim insanlarıydı!
Konuyu etik açıdan açmaya şu soruyla başlayayım: Tavuk çiftliklerinde erkek olduğu tespit edilen civcivlere hiçbir şekilde yaşam şansı tanınmadığını ve endüstrinin deyimiyle doğrudan ‘imha edildiklerini’ biliyor muydunuz? Bu ‘imha’ süreci, civciv kafalarının kesme, torbalarda havasızlıktan boğma, öğütücüden geçirme gibi yöntemler içermekte. Dişi civcivler mi? Onlar bir kere bile kanatlarını geniş geniş açamayacakları, diğerleriyle alt alta üst üste, güneş görmeyen, havasız çiftliklerde hayatta kalmaya çalışırken; yaşadıkları stres nedeniyle ‘birbirlerine zarar vermesinler’ diye gagalarının kesileceği, yumurtaları için sömürülecekleri ve etleri için öldürülecekleri bir yaşam sürerler. Ya kaz eti gerçeği? Sırf daha fazla et elde edebilmek için kazlar zorla beslenir. Kazların tüyleri ise kazlar canlıyken yolunur. Hayvan endüstrisindeki bir süt ineğinin hayatıysa, suni döllenme yoluyla hamile bırakılmak -ki bunun asıl adı düpedüz tecavüzdür-, doğum yapmak, doğumdan sonra bedeninin ürettiği sütün insanlar tarafından insanlara sunulmak üzere gasp edilmesiyle geçer. Gasp diyorum; çünkü o süt, doğumdan hemen sonra annesinden ayrı düşürülen buzağının hakkıdır. Süt ineği olarak metalaştırılmış ineklerin ortalama ömrünün, doğada yaşayanlara göre çok daha kısa olduğunu da açık bir biçimde biliyoruz. İnsanlar eğlensin diye sirklerde açlık ve susuzlukla ‘eğitilen’ ayılar, insanlar yakından görebilsin diye okyanuslardan koparılıp akvaryumlara hapsedilmiş balıklar, insanlar daha güzel görünsün diye kozmetik firmalarının üzerlerinde sayısız deney yaptığı tavşanlar, insanlar merak ediyor diye ‘doğal yaşam parkı’ gibi isimlerle gerçeklerin maskelenmeye çalışıldığı zindanlarda yaşamaya mahkûm edilen, doğal yaşam alanlarından koparılmış zürafalar, aslanlar, maymunlar… Hepsinde ve daha sayamadığım nicesinde yaşam hakkı ihlali vardır.
Hayvanların yaşam hakkı; acı, sevinç, korku, kaygı gibi tüm duyguları yaşayabilmelerinden, yani bilinç sahibi olmalarından ileri gelir. 2012 yılında, aralarında Stephen Hawking’in de bulunduğu 15 uzmanın imzasıyla yayımlanan Cambridge Bilinç Deklarasyonu’na göre: “… insan, bilinç oluşturan nörolojik altyapıya sahip tek canlı değildir. Aralarında bütün memeliler, kuşlar ve ahtapot gibi birçok canlının da bulunduğu hayvanda bu nörolojik altyapı bulunmaktadır.” Ayrıca bu tespitin, “Bitkiler de canlı, o zaman onları da yemeyelim” temalı, veganlık karşıtı argümanlara da cevap niteliği taşıdığı kanaatindeyim.
Bilinçten bahsetmişken psikolojinin sadece insan değil, hayvan davranışlarını da inceleyen bir bilim dalı olageldiğini hatırlamak gerekiyor. Psikolojinin ortaya çıktığı ilk yıllarda yapılan çalışmalara baktığımızda; bebek, çocuk, yetişkin insanlara veya hayvanlara kalıcı ya da geçici zararlar verebilecek uygulamaların gerçekleştirildiğini görebiliyoruz. Buna ilişkin olarak Türk Psikologlar Derneği Etik Yönetmeliği,Madde 2.2’de yer alan: “Psikolog, danışan kişi ya da kurumlara, araştırma katılımcılarına, öğrencilere, süpervizyon alan kişilere ve deney hayvanlarına zarar verebilecek eylemlerden kaçınır. (…) Önceden kestirilebilen ve kaçınılmaz olan zararı en aza indirmek için gerekli önlemleri alır, kişileri bu konuda önceden bilgilendirir.” ifadesi oldukça önemlidir. Ancak burada şöyle bir tutarsızlık mevcuttur: Psikoloji, hayvan davranışlarını da insanlarınki kadar araştırılmaya değer görürken; araştırmalardaki olası zararlar konusunda sadece insanları bilgilendirmeye değer görmektedir.
Burada şunu sorabilirsiniz: Hayvanlar nasıl bilgilendirilebilir ki? Bu çok yerinde bir soru. Herhangi bir bilimsel çalışmaya katılmaları için insanlardan rıza alınması şartken; bu durum, hayvanlar için geçerli değildir. Zaten olası zararlardan önce, sorunlu olan nokta da budur. Elbette bir hayvanın bu tür çalışmalara katılmaya rızası olup olmadığını anlamamız neredeyse imkânsızdır. Bu nedenle hayvan davranışları; hayvanları aç, susuz, özgürlüğünden yoksun bırakan yöntemler yerine, doğal ortamlarında gözlem metoduyla incelenebilir. Belki bu yöntemle çok daha az bilgiye ulaşılır; ancak tutarlı bir mesleki etik duruş sergilenmiş olur. Ha eğer amaç psikoloji ya da başka bir bilimsel alanda hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden elde edilen sonuçlardan, insan türüne dair çıkarımlarda bulunmaksa, bu, topyekûn yanlış olur. Aynı koşullarda, aynı uyarana, iki insanın verdiği tepki dahi farklılık gösterebilmektedir. Bu gerçekliğe rağmen ilaç, kozmetik, hijyen malzemeleri gibi pek çok endüstriyel alandaki ürünün, hayvan deneylerinden elde edilen bulgular üzerinden insanların kullanımına sunulması da ironiktir!
Aslında tüm bu tutum ve uygulamaların altında bir çeşit ayrımcılık olan türcülük yatmaktadır. Ayrımcılık; bir kişinin/grubun, cinsel/cinsiyet kimliği, etnik kökeni, dini inancı, fiziksel/zihinsel engel gibi herhangi bir özelliği sebebiyle önyargılı tutum ve davranışa maruz kalmasıdır. Örneğin; bir personelin, eşcinsel olması nedeniyle işten çıkarılması cinsiyetçi; bir hastanın etnik kökeni nedeniyle gittiği hastaneden hizmet alamaması ise ırkçı bir tutumdur. Türcülüğü de bazı örnekler üzerinden anlatmaya çalışacağım: Kedi, köpek gibi ‘pet’ hayvanlarına insanlar tarafından genel itibariyle atfedilen değer ile kuzu, tavuk, ördek gibi ‘çiftlik’ hayvanlarına atfedilen değerin aynı olmaması türcülüktür. İnsanların, hayvanların kendi kullanımları için var olduklarına inanması türcülüktür. Et yemek türcülüktür. Yani türcülük pek çok hayvana, sadece insan olmadıkları için her türlü zulmün, sömürünün, acının, mahkûmiyetin, ölümün reva görüldüğü; insanmerkezci, ayrımcı bir tutumdur.
Türcü tutumlarda toplumsal normlar belirleyicidir. Örneğin; Çin’de düzenlenen Köpek Eti Festivali, Türkiye halkı tarafından genel itibariyle vahşet olarak algılanırken; Türkiye’deki Kurban Bayramı, Çin halkı tarafından acaba nasıl algılanmaktadır? Toplumdan topluma farklılık gösterebilen beslenme alışkanlıkları ve kutsal inançların dışında, hayvancılık endüstrisi ile tarım endüstrisi dinamikleri ve ahlaki normlar da türcü tutumları etkileyen faktörlerdendir.
Hayvanlara yapılan zulme ortak olmayın!
Bu zulme karşı vicdanlarınızı,
serbest gezen tavuk yumurtası hikâyeleriyle
rahatlatma konformzizmine yenik düşmeyin!
Vegan olun!
Kaynak: Emine Bayraktar